Sayfalar

15 Şubat 2016 Pazartesi

Mudanya/Trilye

 Bu hafta sonu Mudanya'dan ses veriyorum. Bursa'nın ılık, yağmursuz son hafta sonlarından birini değerlendirelim dedik ve Trilye'ye gitmeye karar verdik. Trilye Bursa'nın Mudanya ilçesine bağlı olan bir beldesidir. Trilye'den bahsetmeden evel biraz Mudanya'dan bahsetmekle başlayayım. Mudanya, Bursa şehir merkezinin denize kıyısı olmasa da yarım saatlik bir süreçte deniz havası almaya sık sık geldiğimiz ama genellikle pis olduğundan denize girmediğimiz Bursa'mızın güzel ilçelerinden biridir. Ayrıca Budo ile bizi iki saatte İstanbul'a bağlar.

 İlk önce ulaşımdan bahsedersem; birinci seçenek metronun birinci yani Emek hattını kullanıp Emek'te son durakta inip 1-M otobüsleriyle ya da ikinci seçenek olarak Organize Sanayi metrosunda inip Mudanya minibüsleriyle trafik durumuna göre yarım saat 45 dakika da ulaşılabilir. Tabi demin de bahsettiğim gibi İstanbul Kabataş'tan Budo ile 2 saatte Mudanya merkeze gelebilirsiniz.
 Mudanya küçüktür. Kolayca yürünebilecek bir sahil şeridi bulunur. Burada hemen hemen her isteğe göre kafe, yemek yenecek yerler vardır. Kafe tarzında İncir Kafe, Deniz Feneri ya da Budo bekliyorsanız köşedeki adını bilmediğim çaycıyı önerebilirim. Yemek olayında ise Yunusların tam karşısındaki kokoreç ve balık ekmekçiler, sahil boyunca olan restoranları söyleyebilirim. Eğer yok ben çok iyi bir yer istiyorum derseniz Mütareke Evini geçtikten sonra sağdaki ikinci arada Kıyı Balık'ı ve onun biraz daha ilerisinde olan Kalami'yi önerebilirim. Mudanya'da yapılacak şeylere gelirsem eğer, sahil boyunca yürüyüp deniz havası almak en güzel aktivitedir. Mütakere Evi gezilebilir ama şu an tadilatta olduğundan dolayı kapalı. Mütakere evini geçtikten sonra restore edilmiş Mudanya evlerini görmek mümkün. Son olarak saatlerini bilmesem de eğer tarzınıza uyarsa İzzet Kaptanla bütün körfezi gezebilirsiniz.
 Bu yazı da Mudanya'dan bahsedeceklerim bu kadar.


 Gelelim Trilye'ye! Güzel, geniş bir pazar kahvaltısı ve ardından Trilye turu. Trilye Rumlardan kalma bir köy aslında. Bir ara adı Zeytinbağı olmuştu ama belediye dava açıp tekrar Trilye ismini geri kazanmış. 

 Trilye'ye nasıl gidilir? Organize Sanayi metro istasyonunundan kalkan minibüsler tek ulaşım aracı. Yarım saatte bir kalkıyor karşılıklı olarak. Minibüslerin yol güzergahı Bursa (Organize Sanayi) - Mudanya ve son durak Trilye olduğu için Mudanya'san da binilebilir araçlara. Mudanya-Trilye arası yaklaşık 20 dakika sürüyor. Zaten son durakta iniyorsunuz. Biz minibüsten indikten sonra hiç yukarıya tepeye çıkmadan sahile indik.
 Kahvaltı etmeden geldiğimiz için sağa sola bakınmadan iskelenin sol tarafına doğru yüz metre yürüdükten sonra Kız Denizi kafe&restorana oturduk. Kahvaltı, serpme kahvaltı tarzında ve her şey vardı hatta ek olarak yumurtalı ekmek, cevizli lokum ve sigara böreği bile vardı. (Dip not: Bursa'da cevizli lokum denince tuzlu, cevizli ekmek tarzı, buraya özgü hamur işi anlamına gelir) Buranın kahvaltısını, hizmetini ve de tuvaletlerinin temizliğini beğendik. Yaklaşık iki saat süren upuzun güzel sohbetli kahvaltımızdan sonra Trilye sokaklarını keşfetmeye çıktık. Öncelikle sahilden başlarsam; merkezden aşağıya indiğinizde sahil ikiye ayrılıyor. Bir tarafta yürünecek sahil öbür tarafta ise liman bulunuyor. Limanın hemen girişinde Trilye kadınlarının dükkanları var. Dükkan dediğime bakmayın daha çok baraka tarzında. Kendi yaptıkları el emeği salça, tarhana,turşu ve de en önemlisi Trilye halkının geçimini sağlayan "zeytin" ve zeytin ürünlerini satıyorlar.. Mevsimlerden zeytin sezonu olduğu için kırma yeşil zeytinden tutun da her çeşidi mevcut. Aynı şekilde boy boy pet şişelerde zeytin yağları da. Limana doğru yol aldığımızda piknik yapan insanlar, biraz daha ilerde denize girenler de yok değil. Bana gelince orada denize girmeyi tercih edenlerden değilim açıkçası. Limana doğru biraz daha ilerledikten sonra dikkatimi çeken şeylerden biri de balık ekmekçiler oldu. Benim karnım tok olduğu için denemedim.Ama yazısı çok hoşuma gitti.

 Biraz da yapılacaklardan bahsedesem eğer; ilk önce Trilye sokaklarında kaybolmak diyebilirim. Önce kaybolup, bayır, arabaların geçerken zorlandığı daracık, tarih kokan, zeytin ve incir dolu sokaklarından yavaş yavaş, geze geze tepeye ulaşmak, eşsiz manzaraya. Ardından hem güzel bir kahve içmek manzaraya karşı hem de yorgunluğunuzu atmak Çamlı Kahve'de. Çıkarken görebileceğiniz 3 tane kilise var. Bir tanesi şuan Fatih Camisi olarak kullanılmakta. Zamanında yarı haç şeklinde inşa edilmiş. Camiden önce sizi güzel bir bahçe karşılıyor. Biz caminin içini de gezmek istedik. Önce girdik küçücük bir oda şeklinde. Sağ taraf bir perdeyle kadınlara ayrılmış. Biz o kadar olduğunu düşündük ve çok büyük hayal kırıklığına uğrayacakken oranın yerlisi olan bir amca bize karşıdaki kapıya doğru gitmemizi işaret etti. İşte esas orada başlıyor gezmeniz gereken yer. Sanırım özel günlerde kullanılıyor içerisi. Genelde ibadetini yapmak isteyenler hemen girişteki yeri kullanıyorlar. Eskiden kilise olmasına rağmen bazı eklemeler yapılarak cami formuna dönüştürülmüş içerisi. Güzel, bakımlı ve bütün ayrıntıları korunmuş durumda, tabi kiliseden kalan mimari ayrıntılar da yok değil. Mimari konusunda çok bilgili olmasam da biz nelerin kilise dönemine, nelerin cami dönemine ait olduğunu, farklılıkları fark edebildik. Ayrıca caminin girişinde de açıklaması var. 
 Bir diğerine gelecek olursam, Taş Mektep. Hali harap durumda. Önceden papaz yetiştirme okuluymuş. Daha sonra cumhuriyet döneminde özellikle kimsesiz çocukların eğitim gördüğü ve yatılı bir okula çevrilmiş. Uzun yıllar böyle güzel bir amaç uğruna kullanılırken 80li yılların sonuna doğru devlet bu okula bakım yapamayacağını söylemiş ve kapatmış. Tabi halk daha kendi evini badana boya yapacak malzemeyi,parayı bulamazken okulu hiç düşünememiş bile. Kısaca bina kaderine terk edilmiş. Koskoca o görkemli bina harabe şeklinde kalakalmış. Buna ragmen tüm heybetiyle karşınızda duruyor.  Bunlarını nerden öğrendiğime gelince rehberli bir grup vardı, bir süre peşlerine takıldık. Trilyeli rehber amcam çok güzel anlatıyordu.
 Gelelim üçüncü ve son kiliseye. Burası da kültür merkezine dönüştürülmüş restorasyonla. Trilyedeki çeşitli etkinlikler burada yapılıyormuş. 
 Gezilip görülecek yerler hakkında ben bu kadar bilgiye sahibim. Gelelim Trilye'yi Trilye yapan şeye. Manzarasına! En tepeye çıktığınızda sizi üç tane kafe karşılıyor. Bizim en hoşumuza giden Çamlı Kahve oldu. Hemen oturduk manzaraya karşı ve Türk kahvelerimizi söyledik. Hafif hoş bir esinti, mis gibi kahve kokusu ve biraz da sohbet iyi geldi, dinlendirdi. Oturduğumuz yerin altı uçurum ve masmavi bir deniz. Kahvesi çok güzeldi, çayı da fena sayılmaz. Göz ucuyla yandaki kahvaltı masasına bakınca bizim yediklerimize benzer şeyler vardı üç aşağı beş yukarı. Bir dahaki sefere burası da denenmeli diyerek kalktık. 
 Dönüş yoluna geçtiğinizde Trilye Çarşı diye hediyelik bir dükkan var hemen sahile inerken. Ben içindekileri çok beğenmesem de bir sürü ıvır zıvır var. Bardaktan tutun şifalı tuzlara, magnetlere kadar bir sürü şey. Yan tarafında da zeytinle ilgili ürünler. Hatta zeytinyağı kolonyası bile var. Ağır olur zannetmiştik ama hafif güzelmiş. Belki hediyelik olarak düşünülebilir. Yazmadan geçemeyeceğim ki dükkanların içinden çok dışı güzel, değişik, oraya özgü. 
 Benim yazacaklarım bu kadar. Güzel bir pazar gününü değerlendirmek için ideal diyebilirim. 

13 Mart 2015 Cuma

İstanbul Yolcusu

İstanbul'dan ses veriyorum. Şimdi uçaktan indim. İstanbul'un da Havataş'ı varmış onunla direk Taksim'e. Şu an deniz manzarasıyla ilerliyoruz. Hafta sonu tatili için iki günlüğüne geldim. Ne yaparım henüz hiçbir fikrim yok. Bu sefer tek avantajım kalacak yerimin hem de merkezde bir yer olması. İzmir'de hava yağışlıydı. Burası İzmir'e göre biraz daha soğuk olmasına rağmen yağmur yok. Önümüzdeki iki günü yağışlı gösteriyor ama göreceğiz. Bu arada Yenikapı'ya geldik sanırım. 

Biraz da uçaktan bahsedeyim. Şansıma mıdır yoksa İstanbul uçakları hep böyle midir bilmem ama "Boğaziçi" uçağıyla geldim. Uçak büyüktü. Millet akın ediyor resmen. Zaten uçaktan indiğim andan itibaran kalabalık ve gürültü başladı. Hemen o kornayı deli gibi öttüren taksici abime sevgilerimi de gönderiyorum efendim. Neyse hafta sonu tatilini güzel bir değerlendirme şekli olarak düşünüyorum tabi biraz yorucu olmasına rağmen. Çünkü sırf ucuz uçak bileti bulayım diye pazar gecesi bir buçuğa aldım. Gezme uğruna bu hafta da uykusuzluğa talim. 
Neyse gene yer bildirimi yaparsam bi köprüden geçiyoruz adını bilmediğim ama haliç köprüsünün yanı sanırsam. Neyse ben kaçar yaklaştım sanırım. Herkese mutlu haftasonları :)

29 Ocak 2015 Perşembe

Yol boyunca Ankara


Ankara'dan ses veriyorum. Otobüsten yeni indim bekleme safhasına geçtim. Dümdüz hiçbir atraksiyonun olmadığı karasal iklimin buram buram koktuğu beş buçuk saatlik bir yoldu. Otobüs mola bile vermedi. Tek eğlenceli kısmı yolda hala daha erimemiş olan karları izlemekti. Ankara'nın bürokrasisi yollarına, insanlarına, her şeyine işlemiş. Belirli bir planım yok. Kafamda sadece birkaç yeri gezmek var.
 Sondan başa doğru gelirsem öncelikle dönüşte Eskişehir'e hızlı trenle gidip ordan Bursa'ya otobüsle gitmek. Hem saat olarak kısa hem de hızlı tren görmemiş biri için iyi bir deneyim olsa gerek. Tabi birde kısa bir Eskişehir turu var aklımda bakalım. Dönüşü düşündüm de burada yapacaklarım tam bir muamma. Kuğulu Park, Kızılay vs biraz öğrenmek niyetindeyim çünkü okul gezileri ile gelişlerim sadece Anıtkabir ve Atakuleden ibaretti. Burada artık öğrendim ki Ankara tam bir avm şehri olduğu için kesin araya bir-iki avm de sıkıştırılır bakalım. Şimdilik yazacaklarım bu kadar. Bu arada unutmadan Eskişehirde 10 dk lık molada dondum. Buz gibiydi hava Ankara'yı da öyle beklerken çok güzel bir hava karşıladı beni. Şans! 

9 Ekim 2014 Perşembe

İzmir-Kemeraltı

İzmir bir şehir değil, yaşam tarzıdır. Alışmak zordur, zaman gerekir. Çünkü demin de dediğim gibi standartları olan bir şehir değildir o size uyum sağlamaz aksine siz ona uyum sağlamak zorunda kalırsınız. İzmir'in ayrıcalığı ise bu alışma kısmında şehir sizi zorlamaz sadece zamana, akışına bırakır ve bir de bakmışsınız İzmirli olmuşsunuz. İzmirli olmak ya da daha doğrusu İzmir'de yaşamak nasıl derseniz öncelikle kibarlıktır, saygı duymaktır, insana değer vermektir. Mesela otobüs sırasına girmeyi öğrenirsiniz ve bu kuralı bütün yaşamınıza uygular sonrada alışkanlık haline dönüştürür bu şehir. Her şekilde yaşanabileceğini öğrenirsiniz bu şehirde. Paranız olsa da olmasa da en güzel mekanlar sizindir mutlaka kafanıza uygun yerler bulabilirsiniz. Daha pek çok ama pek çok şey anlatılır, yazılar uzar gider. Önemli olan bu şehrin havasını soluyup onu benimseyebilmektir.
 Bir öğrenci gözünden anlatacağım bu yazımda tabiki o kadar çok gidilecek ve görülecek yer var ama ben Saat Kulesi, Kemeraltı'dan ve ne yenir ne içilirden bahsedeceğim biraz.
Öncelikle Saat Kulesi, İzmir'in en önemli sembollerinden biridir. Hemen hemen her gelen turistin burada bir çekilmiş fotoğrafı vardır. 2. Abdülhamit'in padişahlığının 25. yılında yaptırılmış ve Alman bir mimar tarafından yapılmış. Benim burda en çok ilgimi çeken şey ise yapıldığı günden beri sadece 1 kere durmuş saat. Onun nedeni ise depremden dolayı imiş ama onun dışında hiç durmamış. Ayrıca saat kulesinin yanında Büyükşehir Belediyesinin binası bulunmakta ve o da görsel olarak İzmir'in simgelerindendir. Eski zamanlarda ki bundan ortalama 25 sene evveline kadar deniz buralara kadar gelirmiş ama şimdi o kadar çok dolduruldu ki deniz, arada arabaların geçtiği 3'erden 6 şeritli yol daha sonrasında da çimlik alanlar var fotoğraflarda da görüldüğü gibi :))

Saat Kulesinden başlanıp Kemeraltı'na doğru gidilir ama biz önce yemek molası verdik. Ben yerel lezzetleri çok sevdiğimden ayrıca çok özlediğimden Melemenci'ye gittik. Adının ne olduğunu bilmiyorum 4 yıldır. Sadece Kapıda kocaman Melemen yazıyor. Hemen yerini de tarif edeyim. Öncelikle Kemeraltına girmeden opera binasını yanında Tibaş İşhanından giriyorsunuz arayı geçip Atıf Hoca Pasajı'nı görüyorsunuz ve 2. Beylere çıkar gibi o aradan da geçiyorsunuz ve önünüze çıkan sokakta hemen karşıda sağda kalıyor. Küçücük bir dükkan. Galatasaraylı Sarı İsmail'in kardeşi yapıyormuş bu melemeni. Ama tadı mükemmel hatta gönül rahatlığıyla diyebilirim ki sizin evde yaptığınız ev yapımı melemenden bile daha güzel. Oturduğunuzda sorulan tek şey acılı mı acısız mı çünkü adam başka hiçbir şey satmıyor içecek bile sormuyor eğer sen istersen getiriyorlar. Hemen dükkanın önünde 4 tane masa var. Zaten dükkanın bulunduğu sokak daracık. Melemenci hakkında söyleyeceklerim bu kadar gerisini fotoğrafa bırakıyorum. Ama İzmir'e yolunuz düşerse ve Kemeraltın'da acıkırsanız sakın dönercilere vs gitmeyin halis mulis ev yapımı melemeni deneyin derim :))


 Dükkandan çıktıktan sonra 2. Beyler yazısını takip edilerek tekrar Kemeraltı'na ulaşılabilir. Daha sonrası tipik bilinen Kemeraltı. Yemeğin üzerine çay iyi gider diye düşünüp Kızlarağası Hanında Şükrü Bey'in yerine gittik. Çayın tadı saatine göre değişir eğer şanslıysanız yeni demlenmiş çayın üstüne gidersiniz. Peki neden burayı tercih ediyorum şöyle anlatayım ki, diğer yerler fal vs bakıyorlar bende buraları pek sevmiyorum, tabi bir de yılların verdiği bir alışkanlık da var diyebilirim. Ayrıca çayı orda en güzel yer diyebilirim. Eğer ilk kez geliyorsanız fincanda pişen türk kahvesini öneririm. Ben hep gittiğim için kahve beni her zaman sarmıyor.
Gelelim bir de tatlı faslına. 4 yıldır İzmir'de yaşamama rağmen Hisarönü'nde meşhur şambali tatlıcısı varmışve ben her seferinde önünden geçmeme rağmen görmemişim bile. Evet bu kesinlikle çok büyük bir ayıbım. Çünkü şambali tatlısını aşırı sevmeyen biri olarak bayıldım. Artık favori yerlerimden biri oldu diyebilirim. Biz kaymaklı denedik. Tavsiyem de kaymaklısı. Küçücük dükkan hatta oturmaya yer yok. Elinize alıyorsunuz. Hatta bazen sıra bile bekleyebilyorsunuz.



Yazımı bitirmeden son olarak İzmir'de gezmek isterseniz ulaşım çok kolaydır. Alırsınız bir kent kart ve istediğiniz hemen her yere otobüs,metro ya da vapur vardır. Tek sıkıntısı mutlaka aktarma yaparsınız. Hatta nette çok geyikleri döner. Eğer turistik bölgelerde dolaşıyorsanız en güzel aracınız ayaklarınızdır. Hem her yeri görürsünüz, keşfedersiniz hem de mesafeler çok uzak değildir. Yorulmayacağınızın garantisini veremem çünkü Kemeraltı  bir ana caddeden oluşmasına rağmen birçok ara sokağa sahiptir ve buraların kokusu bambaşkadır. Aradığınız her şeyin toptancısıyla karşılaşmanız muhtemeldir.  Son olarak günübirlik turistliğimden kalan fotoğraflara bırakıyorum sizi.








27 Ağustos 2014 Çarşamba

Antalya-Kaş

 Kaş, önü yaş, arkası taş!
 Gerçekten de denildiği gibi bir tarafı masmavi bir deniz öbür tarafı dağ. Yerleşim de dağın üzerine kurulmuş. Her yer bayır, dağ tepe. Bu olağanüstü güzel yerin herhalde en kötü özelliğinden bahsettim. Bunun dışında da denebilecek hiçbir kötü özelliği yok. Ha unutmadan tabi bir de ulaşım meselesi var. Buraya ulaşmak ayrı bir dert, bırakmak apayrı bir dert. Bursa'dan geldiğim için yol abartısız, net olarak 13 saat sürdü. Tabi arada indi bindim olunca daha da uzadı süre. Bursa'dan Kaş'a direk otobüs yok. Seçeneklerden biri  Muğla ya da Fethiye aktarmalı, ikincisi ise İzmir üzerinden aktarmalı  olarak gidilebiliyor. Ben güzel İzmir'e de uğramadan geçmeyeyim diye, tamam daha kolay olduğu için İzmir'i tercih ettim. Çünkü Bursa-Fethiye ya da Bursa-Muğa arasında daha az seferler var ve saat olarak daha uzun sürüyor. Erken kalkan yol alır diyerek sabah 6 Bursa-İzmir otobüsüyle yola çıktım.5 saatte güzel İzmir'e varabildim. İzmir-Kaş arasında Pamukkale ve Kamil Koç'un günde iki seferi mevcut. Ben Pamukkale'yi seçtim ve gündüz 12:30 aracına yetiştim. Unutmadan gece 9:30 seferi de var. Saat altı arabası on birde varınca mutlu mesut bana bir buçuk saat zaman yarattı. Sıkıntılı,geçmek bilmeyen ve İzmir'in en iğrenç yerlerinden biri olan o garajdaki bir buçuk saatin sonunda otobüsüm hareket etti. Güzergah Aydın-Muğla-Fethiye ve son durak Kaş. Giderken çok güzeldi çünkü neredeyse hiç mola vermedi diyebilirim. Sadece 5 er dakika kaldı otogarlarda, inip binmeler için. Yol çok güzel gündüz yolculuk yapmanın keyfi de başka. Hele de o yöre için. Çok fazla portakalları, turunçları görmesem de ağaçların yemyeşil renkleri Akdeniz iklimine geçtiğinizin en güzel kanıtları. Muğla'dan çıkıp Gökova'yı gören o manzara eşsiz (adını bilmiyorum maalesef). Fethiye'den sonrası ise çok sıkıcı, hadi daha gelmedik mi havalarındayım. Ama Kalkandan sonrası bir harika. Manzara eşsiz. Zaten tek şeride düşüyor yol ve otobüste kimse kalmıyor. Hemen sağ tarafa geçip yapıştım cama. Masmavi bir deniz. Kaputaş'ın orada inecek var diye bağırmamak için zor tuttum kendimi.
Kaputaş Plajı
Neyse efendim kendimi tutup susup oturdum. 20-25 dk sonra ver elini Kaş. Garaja indiğimde saat yediyi geçiyordu. Onca saat yolculuktan sonra ayağım karaya basınca ayrı bir mutlu oldum desem yalan olmaz. Yalnız sıkıntı büyük. Daha kapıdan iner inmez üzerinize yapışıyor o nem. İşte hoşgeldiniz Akdeniz iklimine efendim. 
Arkadaşımın memleketi olduğu için beni garajdan almaya geldi. O yüzden bu yazımda kalma, yeme, içme konularından pek bahsedemeyeceğim günün şanslı veledi olaraktan. Ama çok çeşitli pansiyon ve otellerle dolu bir yer. Sadece daha oraya özgü. Bilmem kaç yıldızlı her şey dahil otel olayı yok çünkü gereksiz kalıyor doğa karşısında. Kaş'ın ayrı bir havası var, oraya tatile gelenlerin de. Yabancı daha ağırlıkta ama Ruslar fazla yok. Daha çok otelleri sevmeyen, doğayla iç içe olmak isteyen insanların tercih etti bir yer burası. Zaten aykırı insan tipleri çok yok. Yalnız buranın müdavimleri çok. Bir gelen aşık oluyor ve her fırsatında bir daha geliyor. Yerli turist açısından ise İstanbul ve Ankara yoğunlukta. 
Kaş-Cumhuriyet Meydanı
 Kaş küçük bir bölgeye sahip. Bunun nedeni tabi ki doğal nedenler, bölgenin dağlık bir yapıya sahip olması. Yapılacak şeyler sınırlı. Plajlar, merkezdeki dükkanları gezme, kafe-barlar, çevredeki bölgeleri gezmek ve eğer pasaportunuz varsa karşıya Meis Adasına gitmek. Sınırlı dememin sebebi köpüklü partilerin ve ultra lüks beachlerin ya da jet-ski gibi su aktivitelerinin olmadığı ama dinlenmek ve doğanın ayağımızın ucuna kadar getirdiği bütün güzelliklerini yaşamak için ideal bir yer. Plajlardan daha sonra ayrıntılı bahsedeceğim. Kısaca Meis'ten bahsedeyim. Hemen karşısı. O kadar yakın ki ama Yunan karasularında. Günübirlik gidip gelinecek tekneler var ve pasaport istese de vize istemiyor, aklınızda bulunsun.
Meis

      Plajlar
 Kaş demek doğayla iç içe olmak demek. Plaj diyorum ama öyle eller havaya olayı yok. Sessizlik hakim, deniz ve güneşle başbaşa kalmak için ideal bir ortam. Kayanın bir tarafına koy havlunu atla denize. Benim gibi yüzme bilmeyenler için çakıllı taşlı kıyıdan giriliyor. Deniz ayakkabısı olmadan girilmez diyemiyorum ama denizle arası iyi olmayanlar için daha ideal.
Büyük Çakıl
Büyük Çakıl
 Su çok güzel. Pırıl pırıl. Denizin dibi cam gibi, her şey ortada. Hatta küçük balıklar görülebiliyor. Bu arada biz akşamüstü çok kimse kalmadığında, biraz daha ileride balık bile tuttuk. Oraya özgü bir balık türüymüş adı "Sokar". Elimde fotoğrafı yok ama çinekop boylarında biraz enlice. Restoranlar da var mıdır bilemiyorum ama balıkçılarda satılıyormuş hatta bazen balıkçılar çok tutarsa belediye hoparlörden anons yapıyor. "Bol miktarda sokar gelmiştir. Halkımıza duyurulur" diye. Tavada kızartarak yedik. Çipra ve hamsiden başka çok çeşit balık bulamayan bize lezzetli ve gayet güzel geldi.
 Plajlardan tek tek bahsedecek olursam merkeze en yakın Küçük Çakıl var. Hemen merkeze yürüme mesafesinde hatta pek çok pansiyonun yanı başında. Suyu biraz soğuk çünkü soğuk su akıntısı varmış ama suyun berraklığı içine çekiyor insanı. Soğuğuna da alışıyor insan, o güzellikten sonra. Gelelim Büyük Çakıla. Plajı biraz daha geniş ama 600-700 metre kadar daha uzak ve çok dik bir bayır iniliyor. İnmesi kolay da çıkması biraz zor işte. Gerçi yarım saatte bir şehir içi minibüsler olsa da tepedeki o manzara için o yokuş yürünür derim. Son olarak İnce Boğaz'da da denize giriliyor. Yalnız araba gerekiyor, tam yeni limanın karşısı. Kuytuda kaldığı için daha sıcak bir suyu var. Çocuklar için ideal.
İnce Boğaz
















 Kaş'ın merkezinde denize girilebilecek yerlerden bahsettim ama tabi ki bu güzel denizin tadını çıkarmak isteyen biri için plajlar bunlarla sınırlı değil ama insan eli değmemiş ve arabanın şart olduğu yerler de var. En başta Kaputaş'tan bahsettim. En belirgin yer orası. Sanıyorum Kaş'a 18 kilometre kadar mesafede. İnsanlar arabalarını yolun kenarına park edip aşağı iniyorlar. Eğer 187 basamağı o sıcakta göze alabiliyorsanız buyurun mükemmel deniz ayaklarınızın altında. Yalnız unutmamak gerekir ki bu inişin bir de çıkışı var! Kaş'a doğru gelirken hemen Kaputaş'ı geçtikten sonra Mavi Mağara varmış. Biraz daha ilerledikten sonra karşınıza bir plaj daha çıkıyor. Adı sanı yok. Sadece elimde fotoğrafı var. Eğer merdivenlerden inip çıkmak zor gelirse çok güzel bir alternatif.

  
       Xanthos:
 Her ne kadar bazı resmi kaynaklarda Fethiye'ye bağlı olduğu yazsa da Kaş'ın Kınık beldesine bağlı ve Kaş'a yaklaşık 50 kilometre uzaklıkta. Likya Birliği'nin önemli şehirlerinden biri. Kültür Bakanlığına bağlı müze ve ören yeri olarak geçmekte. Müze kart ya da İş Bankası kartı ile gezebiliyorsunuz. Farkındaysanız girebiliyorsunuz demedim çünkü antik tiyatronun üzerinde keçilerin gezindiği, bakımsızlıktan ölüp biten bir yer. Sadece otoparka bir güvenlik görevlisi bulundurarak müze yapılmış. Hiçbir koruma ya bakım gibi özellikler yok ve içler acısı. Unesco tarafından Likya kalıntıları bulunduğu için dünya mirası olarak kabul edilmiş. Tavsiyem öğle sıcağında gitmeyin, anıt mezardaki bazı parçalar orjinal değil çünkü Londra'ya götürülmüş, en net görebileceğiniz anıt mezar ve antik tiyatro.
Xanthos-Anıt Mezar
Xanthos-Antik Tiyatro
      Saklıkent Kanyonu:
 Su, toprak ve doğal nedenlerle oluşmuş bir kanyon. Git gidebildiğin kadar. Yazın ortası olması sebebiyle suyun yüksekliği yok denecek kadar azdı. Önce gişelerden ve köprülerden geçiliyor ve ortada yeşilliklerin olduğu bir alana varılıyor. 
Saklıkent
Yemyeşil ve havanın o sıcağına rağmen buz gibi bir su. Öyle böyle soğuk değil, bildiğin dondurucu soğuk. Ama kana kana içilesi bir suyu var, hele de o sıcakta. Bu alanda oyalanıp fotoğraf falan çekildikten ve sularımızı içtikten sonra kanyonun içerisinde ilerleme vakti geliyor. Öyle soğuk su dedim ama karşıya geçene kadar. Önce dizlerinize kadar geliyor o buz gibi su. Bu arada fotoğraf falan çekiyor kanyondaki görevliler çıkışta alabilmeniz için. İşte o arayı atlattıktan sonra hiçbir şey kalmıyor. Sıcacık ve yüksekliği ayak bileğinize kadar bile gelmiyor. Gidebildiğiniz kadar gidebiliyorsunuz. Tabi bazen suyun yüksekliği artıyor, bazen kayalar artıyor ama zorlayıcı bir tarafı yok. Belki çocuklar biraz zorlanabilir. Şort ve terlik en uygun kıyafetler. Mayolu bikinili arkadaşlar da vardı ama sanırım o sıcakta biraz üşümüşlerdir sudan dolayı. 
Saklıkent
 Biz belli bir yere kadar gittik ama sıcaktan ve yorgunluktan bir yerden sonra döndük. İyi ki de dönmüşüz çünkü bizden sonra bayağı rüzgar çıkmış. Hatta haberlerde de geçen 2 ölü bilmem kaç yaralı olduğu gün oradaydık. Şans eseri biz yakalanmadan çıktık. Bu ayrıntıyı da verdim ama korkulacak bir tarafı yok kanyonun. Zaten gişelerden geçildiği için içeride kaç kişinin olduğu belli hemen ekipler gelip kurtarmışlar. Çok düşündük biz orda kalsaydık neler olurdu diye ama benim yanımdaki insanlar çok rahattı o yüzden muhtemelen panik yapmadan kuytu bir yerde beklerdik kurtarma ekiplerini. Önemli olan panik yapmamakmış. Neyse efendim tabi kanyondan çıktık deli gibi açız. Hemen çıkışta çayın kenarına kurulu bir çok yemek yeme yerleri var. Hemen birine oturduk ve yemeklerimizi söyledik. Her şey var. Balıktan tutun, et, köfte, kavurma, tavuk her damak zavkine hitap ediyor.
Saklıkent-Yemek
 En beğendiğim şey, yanlarda bulunan hamaklar oldu. Hatta içimde de kaldı. Çünkü tam yemeğimizi yedik, çayları söyleyecekken bir rüzgar çıktı. Yağmur gelir bunun ardından dediler ve apar topar kaçar gibi çıktık. Şansıma. Yemekler mükemmel diyemem herhangi bir yerde de yiyebileceğiniz şeyler ama ortam çok güzel. Kocaman yastıklar mevcut. Tam uyumalık. İsterseniz ördekleri besleyebilirsiniz, isterseniz de ayaklarınızı suya sokabilirsiniz. Yakıcı sıcak yok, püfür püfür esiyor, sessizlik hakim.

 Son söz aradım ama diyecek bir şeyler bulamadım. Yaşamak bambaşka. Bulduğunuz en yakın fırsatta bu sıcakları değerlendirerek kaçın gidin. Mükemmel denizin, manzaranın tadını çıkarın.


4 Ağustos 2014 Pazartesi

Başlarken

 Hayat çok kısa. Umutsuzluğa düşmek için, birileriyle kavga etmek için hatta insanın kendisiyle kavga etmesi için, o ne dedi, bu ne dediye bakmak için, egoyla uğraşmak için, dert yaratmak için, işleri içinden çıkılmaz hale getirmek için, insanları ve kendini üzmek için. Hayat akıp gidiyor ve tutulmuyor. Yaşayacak, yapacak o kadar çok şey varken boş şeylerle uğraşmak sadece kendimizi kandırmak için toplum ve kendi tarafımızdan uydurulmuş şeyler. Alıp başını gitmek, rüzgarı hissetmek, sessizliği dinlemek, yaşadığını hissedebilmek tüm hücrelerinle, insan olma duygusu. İmkanlar doğrultusunda gezip görebilmek öğrenebilmek her şeyi. Ha imkan yoksa imkan yaratabilmek amaçlar uğruna. Küçük küçük başlayıp yola devam edebilmek. En önemlisi mutlu olmak, mutlu olmaya çalışmak bazen küçük şeylerden de olsa. Yolculuklar güzeldir. İnsanı dinlendirir, sakince düşünmeyi sağlar şu hayatta.
 Harekete geçmek, cesaret etmek yeniden başlamaya. Hiç bilmediğim yerleri keşfetmek, yeniden öğrenmek için geziyorum ve gezmeye çalışıyorum. Farklı olan her şeyi görebilmek, tadabilmek, alıp başını çıkıp gitmek, gidebilmek sadece bir sırt çantasıyla. Bir şeyler üretebilmek, keşfettiğim, gördüğüm, öğrendiğim yerleri paylaşmaya çalışacağım. Gezgin ruhunu yaşamaya çalışmak adına...